Hukuka ve Ülkeye Balyoz
BASIN AÇIKLAMASI : "HUKUKA VE ÜLKEYE BALYOZ"
11.02.2011 tarihinde özel görevli ve yetkili İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesince kamuoyunda "Balyoz Davası" olarak bilinen davada verilen tutuklama kararları ile 14.02.2011 tarihinde Odatv'ye ve bazı yazarlarına karşı başlatılan arama ve gözaltı uygulamalarıyla ortaya çıkan tablo, artık hiç kimsenin hukuk güvenliğinin kalmadığını ortaya koyan keyfiliği yansıtmaktadır. Bu aşamaya gelinceye kadar geçen süreç, tüm bu uygulamaların planlı bir şekilde yürütüldüğünü ortaya koymaktadır. Gerçekten:
1) Bu sürecin başlangıcında yasama ve yürütmenin işlemlerinin Türk Ulusu adına denetlemekle görevli yargı "pranga" olarak nitelenmiş ve bazı medya kesimlerince de hedef haline getirilerek yargının ele geçirilmesinin fikri altyapısı hazırlanmıştır.
2) Anayasa değişiklikleri ile ilk aşama tamamlanarak yeni HSYK adeta Adalet Bakanlığı'nın bir " birimi" haline getirilmiştir. Ne yazık ki HSYK tüm kuşkuları doğrularcasına derhal Silivri de görülmekte olan davalarda tutuklama kararlarını kaldıran veya tahliye kararları veren hâkimleri görevlerinden alarak başka yerlere atamış ve siyasi iktidarın hoşuna gitmeyen kararları veren hâkimler de görevlerinden alınmıştır. Böylelikle yargı camiasına gerekli mesaj verilmiştir. Ardından iş yükü gerekçe gösterilerek Yargıtay ve Danıştay'ın yapısı değiştirilmiş ve yürütmeye bağlı bir yargı sistemi oluşturulmuştur. Yine aynı değişiklikle, hâkim ve savcıların hukuka aykırı işlem ve kararlarına karşı tazminat yolu kapatılarak hukuka aykırı işlemler yapanlar cesaretlendirilmiştir. Son olarak da toplu tutuklama kararları gelmiştir.
3) Demokratik bir hukuk devletinde kimse sorumsuz değildir. Olamaz. Bu açıdan makul bir iddia ve isnada dayalı olarak herkes elbette ki yargılanacaktır. Bununla birlikte tutuklama istisnai olarak başvurulması gereken bir yargılama önlemi olup, bir ceza yargılamasının olmazsa olmaz bir parçası da değildir. Aslolan tutuksuz yargılanma olduğu gibi tutuklamada zorunluluk ve somut gerekçe bulunması şarttır. Tutuklama, savcı ve hâkimlere verilmiş,
içeriğini istedikleri gibi doldurup kullanacakları bir açık çek değildir.
4) Tutuklamaların Gölcük'te bulunduğu belirtilen "yeni" delillere dayandırıldığı görülmekledir. Daha önce tutuklu bir teğmenin telefonuna, "sehven"yüklendiği ortaya çıkan ve Emniyetçe ikrar edilen bir ortamda Gölcük'te bulunan delillerin üretilmiş bir delil olup olmadığı ciddi kuşkusu ortada iken, tutuklama için kuvvetli suç şüphesinin bulunduğunu ileri sürmek ve "kaçma" ya da "delilleri karartma" şüphesini gösteren somut olguların varlığı ve bunun somut gerekçelerine dayanmak inandırıcı değildir. Tüm belgelerin toplandığı, sanıkların duruşmalara geldiği bir ortamda tutuklama gerekçelerinin tutarsızlığı kendini açıkça ortaya koymaktadır. Hukuka uygun olmayan, somut gerekçelere dayanmayan kamu vicdanını tatmin etmeyen tutuklamalar, tutuklama olmaktan çıkıp, tutukluları tutsak alma haline dönüştürmekte, tüm toplum yaratılan bu korku ve kaygı ortamı ile esir alınmaktadır. Ülkede tam bir gözaltı ve tutuklama terörü estirilerek korku toplumu yaratılmaktadır.
5) Bu yaşananların yanı sıra anılan davadaki belgelerin çelişkilerini ortaya koyan eleştirel yayınları ile bilinen Odatv'ye karşı gerçekleştirilen arama ve gözaltı kararları ve uygulamaları da bu gelişmeler ışığında bir tesadüf olarak görülemez. Bu yolla muhalif kişi ve kurumlar büyük bir baskı altına alınmaktadır. Esasen gerek yargıya, gerekse medya ve kişilere, bazı askerlere karşı yapılan uygulamaların asıl muhatabı, toplumun kendisidir. Böylelikle diğer kişilere, topluma gerektiğinde bu hukuk dışı yollara da başvurulabileceği mesajı verilmekte, bu şekilde ürkek ve suskun bir toplum yaratılmaya çalışılmakladır.
6) Şüpheli ve sanıklarla ilgili "sehven" delil yaratılabildiği, gerekçe gösterilmeksizin arama, gözaltı ve tutuklama kararları verilebildiği, yargı bağımsızlığı yok edilerek hukuksuzluklara karşı gidilebilecek gerçek anlamda bir itiraz mercii bırakılmadığı bir ortamda kimsenin hukuk güvenliği kalmamıştır. Bunun adı ise hukuk devleti ve demokrasi olamaz. Bunun adı polis devleti ve sivil diktadır. En tehlikelisi ise tüm bu hukuksuzlukların esasen artık bağımsız ve teminatlı olmayan, görünürde şekli bir yargı ve amaca uygun mahkemeler eliyle meşrulaştırılmaya çalışılmasıdır. Bu durumda hukuken yapılacak bir şey kalmamaktadır. Yargının bağımsız ve teminatlı olmadığı böyle bir ortamda tüm bu yargılamalarda siyasi iktidar başrolde olmakta, savunma ise figüran haline getirilmektedir. Gerçekten savunmaları önyargısız bir biçimde dinleyecek ve değerlendirecek, gerektiğinde savunmanın taleplerine uygun kararlar verebilecek bir yargı bulunmadığında, savunma yapmanın da bir anlamı ve önemi kalmamaktadır. Ne acıdır ki bu ortamda seslerini yükseltmesi gereken tüm kurumlar suskunluğa gömülmüşlerdir. Yaşanan hukuksuzluklara suskun kalanların, "yetmez ama evet" diyenlerin bu gelişmelerde tarihsel sorumluluğu bulunmaktadır. Tarih bu gelişmelerle ilgili olarak kişiler ve kurumlar hakkında elbette yargısını verecektir.
7) Türkiye'nin en önemli hukuk kurumu olan İstanbul Barosu'nun, ülkemize ve yurttaşlarımıza karşı sorumluluğunun gereği olarak, yaşanan hukuksuzluklara karşı seyirci kalması düşünülmez, Bu çerçevede yaşanan vahim tabloyu kamuoyunun dikkatine sunuyor, ilgili tüm kişi ve kuruluşları hukuku savunmaya çağırıyoruz.
İSTANBUL BAROSU BAŞKANLIĞI