Silivri'ye Güneş Doğmadı
Cumhuriyet Gazetesi: 07.09.2013
SİLİVRİ’YE GÜNEŞ DOĞMADI
Körlerin, fili, tuttuğu uzvuna göre tarif etmesi gibi, iktidar da demokrasiyi bütünü görmezden gelerek tarif ediyor. 31 Mayıs tarihinden bu yana, iktidarın amentüsü, “demokrasi sandıktır” oldu. Oysa ne demokrasi sadece sandıktır, ne modern devletin temeli sadece demokrasidir. Demokrasi aşamasına gelene kadar önce “kuvvetler ayrılığı” ve “hukuk devleti” prensipleri hayata geçirilmesi gerekir ki, devletin asli görevlerinin başında gelen “hukuk güvenliği” sağlansın ve “demokrasi” aşamasına merdiven dayansın.
Cumhuriyet devrimi yapıldı yapılalı, “kuvvetler ayrılığı” ilkesine hiç bu kadar tecavüz edilmedi. Özellikle de ikinci 12 Eylül sürecinden sonra tüm yetkiler tek elde toplandı, yargı erki HSYK’dan başlayıp, yerel mahkemelere kadar yönlendirilebilir hale geldi. Hatta iktidar, TCK’nın 277’ye muhalefet etmekten çekinmeksizin, alenen yargı görevini etkilemeye yönelik açıklamalar yapmayı, talimat vermeyi adet haline getirdi. Başbakan -Ergenekon davasını kastederek- “bu davanın savcısıyım” diyebilmekte; vali, mübaşirin görevini üstlenerek duruşmaya giriş çıkışı kontrol etmeye kalkmakta; kime ne caza verilmesi gerektiğini hükümet üyeleri -uysa da uymasa da- beyan ederek toplumu germeye devam etmekte.
Kuvvetler ayrılığının temelinde, kuvvetlerin birbirine denk olması ve birbirini denetleyebilmesi gelmektedir. Geldiğimiz noktada, denetim müessesesi tamamen devre dışı bırakıldı. Yargı, yürütmeyi denetleyememekte; “Türk Millet Adına” karar veren bağımsız mahkemeler de, aleni celselerde milletin vicdanında denetlenememektedir. “Gün ışığı”nda yargılamanın yapılamaması, yargılamanın temel şartlarından birini yok ederek, hukuka güveni sarsmaktadır. Hukuka ve vicdanına göre karar verecek hakimlerin, ne şartlarda karar verdiği gözlerden kaçırılarak, yargı karartılmıştır.
Darbecilikle suçlanan 27 Mayıs davalarının duruşmaları bile radyodan naklen yayınlanırken, teknolojik gelişmelere ve her celsenin kayda alınmasına rağmen neden bu görüntüleri halkın izlemesine imkan verilmiyor? Silivri duruşmalarına tanık olan bir avuç hukukçunun gördükleri, savunmaya yapılan muamelenin boyutları bilinsin istenmiyor. Yandaş medya böylece okuyucularını gerektiği yönde bilgilendirirken, bir muhakeme yapıldığı iddia ediliyor. Oysa ki savunmanın susturulduğu ortama, muhakeme değil, bir düşüncenin ceza olarak dikte edilmesi denir.
5 Ağustosta, 23 iddianameli torba davanın İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yapılan yargılaması, hukuki bir temel olmaksızın aleniyet ilkesine aykırı olarak halkın tanıklığına, duruşma salonun pencereleri gün ışığına kapatıldı. Üstüne üslük İstanbul Valisinin yaptığı açıklamayla, Türkiye’nin dört bir yanında otobüslerin yolları kesildi, sürücülerine cezalar verildi, halkın Silivri’ye ulaşması engellendi. Duruşmanın aleniliği, yürütme yargı işbirliği ile ortadan kaldırıldı.
Silivri Ceza İnfaz Kurumları yerleşkesi içinde bulunan mahkeme salonuna giden yollar polis ve jandarma tarafından kesilerek, tarlalarda Roma Lejyonlarını hatırlatan düzende dizilmiş kolluk güçleri, karşısında Spartacus’ün birlikleri varmış gibi, duruşmaya gelen vatandaşa doğru mevzi aldılar. Her yer polis barikatlarıyla doluydu ve adı listede olmayan kimse mahkeme salonuna yaklaştırılmıyordu. Üç kontrolden sonra mahkeme salonunun kapısına geldiğimizde, avukat ve gazetecileri ayakkabılarına kadar aramak istediler. Orada, adliye kuralları değil, -peşin peşin- ceza evi kurallarını geçerliydi. Avukatlar direnerek, aramaya karşı çıktılar ve yargının eşit bir parçası olarak duruşma salonunda yerlerini alabildiler.
Bu celsede, sanıkların yakınları dahi salona alınmadı. Salonun izleyici bölümünde CHP milletvekilleri ve gazeteciler; avukatlara ayrılan bölümde ise TBB, İstanbul Barosu ve Ankara Barosu’nun başkan ve yönetim kurulu üyeleri ile Muğla, Denizli, Tekirdağ Baro başkanları duruşmaya gözlemci olarak katıldı.
Sanıklar salona getirildiğinde, gelebilen izleyicilere teşekkür ederken; sanıklar rehin alındıklarının bilincinde olduklarını dile getiriyor, bir kişi de milletvekillerine “anayasa görüşmelerinde bizi pazarlık konusu yapmayın” diye sesleniyordu.
Saat 09:30’da başlaması gereken duruşma, saatlerce başlamayınca, bir grup avukat tutanak ile durumu tespit ederek salonu terk etti. Üç saat gecikmeden sonra üç tanesi yedek olmak üzere altı hakim ve üç savcının salona gelmesiyle duruşma başlayabildi. Ancak heyet başkanı, kanuna aykırı olarak avukatlara söz vermeksizin, cezaları açıklamaya başladı.
“Perşembenin gelişi Çarşambadan bellidir” derler. İstanbul Barosu adına gözlemci olarak katıldığımız duruşmalarda, avukatlara söz vermemesi, savunma yapılmasına engel olunması, mahkemece bazı delillerin incelenmemekte direnilmesi, dosyaya gelen evrakların bir kısmının savunmaya verilmemesi, gizli tanık sorgulamalarındaki ilginç yöntemler, avukatlar ile müvekkillerinin temasının kesilmesi, salonun her an gizli kamera ve mikrofonlarla dinlenmesi ve kayda alınarak savunmanın baskı altına alınması, avukatların duruşmalardan çıkarılması, avukatlara görevlerini yaptıkları ve yasanın uygulanmasını istedikleri için davalar açılması, robokopların duruşma salonunda avukatlara saldırması, avukatların görevlerini yapmak için direnmeleri, sanıklardan birinin robokop saldırısı sırasında “Avukatlar bizi savunun!” diye çığlık atması, bir avukatın Danıştay saldırısı faillerinden birinin nasıl suç işlediğini baz istasyonlarındaki kayıtlarla ispatlaması üzerine, gizli tanık olarak da dinlenen ve yaptığı tanıklıkla Danıştay saldırısı ile bu davanın ilişkilendirerek davanın seyrini değiştiren bu sanığın “hepinizin kanını içeceğim” diye bağırarak tehdit etmesini mahkeme başkanının duymazdan gelmesi (ki bu tehdit, avukatların tüm müdahalelerine karşın tutanaklara dahi geçirilmedi ve bu sanık, tutukluluk süresi dikkate alınarak tahliye edildi), savcıların birçok sanık için “sanık lehine de delil toplama” görevlerinin olduğunu unutmaları bir film şeridi gibi gözlerimizin önünden geçti. Burada “şüpheden sanık yararlanır” ilkesinin uygulanmaması ve “adil yargılama ilkesi”nin bilinmemesi şaşılacak bir şey değil. Burada, “ön yargı” yargıya hakimdi.
5 Ağustos günü, adeta “peşin hüküm”, “hüküm” haline getirildi. İşte bu nedenle, yargı ve yürütme işbirliği içinde, CMK’nın 182. maddesine aykırı olarak, duruşmaların aleniliği prensibini ihlal etmekten çekinmedi; “Türk Milleti Adına” karar veren hakimler, millet ile göz göze gelmekten çekindi.
5 Ağustos günü, Silivri'ye güneş doğmadı. 12.08.2013
Av. İsmail ALTAY
İstanbul Barosu Yönetim Kurulu Üyesi